İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü Seren Selvin Korkmaz virüsün etkilerini değerlendirirken, böyle zamanlarda ülkelerin yöneticilerini ve politikalarını test ettiğini söyleyerek şu yorumu yapıyor: “Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla ‘büyük ve güçlü Türkiye’ söylemine dayanıyordu. Eğer hakikaten kast edilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin veya bireylerin lütfuna bırakılmamalı.”
– Sosyologlara göre Koronavirüs dört aydır sarstığı dünyayı kökünden değiştirecek. Peki biz siyasette bu değişimin izlerini nasıl göreceğiz? Gerek Türkiye, gerekse dünyada siyasete bakış ve beklentiler değişir mi?
Tüm dünyayı politik, ekonomik ve sosyal anlamda etkileyen, gündelik hayatın akışını değiştiren küresel bir krizden söz ediyoruz. Sonuçlarının ne olacağını şimdiden kestirmek zor olsa da insanlığın deneyimleri bize böylesine büyük bir kriz sonrasında değişimin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
Örneğin Büyük Buhran denilen, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrasında ABD’de ekonomik ve sosyal değişim vaat eden Roosevelt başkanlığa seçilmişti. “New Deal” (yeni düzen) adını verdiği reform paketi ABD için sıra dışı bir durumu yani ekonomiye önemli devlet müdahalelerini içeriyordu. Çünkü insanların satın alma gücünün düştüğü, talebin azaldığı bir noktada devletin ekonomiyi canlı tutmak için aktif rol alması, yurttaşları destekleyen düzenlemeler yapması bekleniyordu. Krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olan Almanya’da ise işsizler ve gelir kaybına uğrayanlar yükselen faşizm dalgasına kapıldı.
Ekonomik hıncın siyasal ve toplumsal bir hınca dönüştüğü bir durum bu. Yine I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında tamamen altüst olan siyasal ve ekonomik sistemleri düşünelim. Bu altüst oluşlar ve yeniden yapılanmalar yurttaşların siyasete ve kurumlara dair algılarının ve beklentilerinin değişmesi ile ilgili. Ben bugün yaşadığımız ve etkilerinin uzun bir süre devam edeceğini düşündüğüm salgın krizinin de küresel düzeyde sisteme, ekonomik ve siyasal yapılara dair büyük sorgulamaları ve öfkeyi beraberinde getireceğini düşünüyorum. Gündelik hayatı bu kadar derinden sarsan, ancak bilim-kurgu filmlerinde izlediğimiz derecede hayatı durduran bir felaketin seçmen algısında değişimler yaratmayacağını düşünmek pek mümkün değil.
– Dünya “Evde kal” mesajını verirken geçim derdindeki yurttaşına hayatını idame ettirecek olanağı da sağlıyor. Bizde ise hükümet sokağa çıkma yasağını ilan etmek bir yana, yardım kampanyalarıyla para toplamaya başladı. Dünya ve Türkiye arasındaki bu farklı tabloyu değerlendirir misiniz?
Aslında böyle zamanlarda ülkeler kurumlarını, yöneticilerini ve politikalarını test etmiş oluyor da diyebiliriz. Tam da bu yüzden kriz anları siyasal ve toplumsal değişimlere gebe oluyor. Eğer sistem hakikaten işliyorsa ve sorunları çözebiliyorsa zaten yurttaşlar “istikrar” arayışında olduğu için bir değişim talebinde bulunmuyorlar.
Elbette toplumun farklı kesimleri için “değişim” talebi ille de bir kriz anını beklemiyor. Dışlanmış olmanız, taleplerinizin siyaseten karşılığını bulamıyor oluşunuz, temel haklarınıza yönelik tehditler, ideolojik tercihleriniz veya ekonomik sorunlarınız gibi pek çok neden değişim talebinin kökeninde yatıyor. Ancak böylesine toplumun çok geniş kesimlerini etkileyen hayati bir krizi iyi yönetememek ideolojilerden ve geçmişte biriken öfkelerden de bağımsız olarak çok daha keskin talepleri ortaya çıkarır.
– Türkiye’de kamuoyu için de durum böyle mi?
Evet. Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla “büyük ve güçlü Türkiye” söylemine ve hedefine dayanıyordu. Eğer hakikaten kast edilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin veya bireylerin lütfuna ve merhametine bırakılmamalı, sosyal devletin kurumları aracılığı ile sistematik bir şekilde yapılmalı.
Pek çok ülke ekonomik olarak ayakta kalmak için önlemler alırken, yurttaşların da bu süreçten en az zararla çıkması için kira yardımı, fatura ve kredi ödemelerinin ertelenmesi, aylık gıda yardımı veya her vatandaşa belirli bir miktar nakit desteği gibi önlemleri uygulamaya başladı, bazı ülkelerin ise öncelikli gündemi bu tartışmalar. Türkiye’de ise sorumluluk yine zaten krizin ağırlığı altında ezilecek vatandaşa kaldı. Bağış kampanyalarının nasıl dağıtılacağı konusunda ise şeffaf bir uygulamanın eksikliği de geniş kesimlerde güven problemi yaratabilir. Haliyle, Türkiye açısından tablo çok da iç açıcı değil.
– Sizce tablo, “İktidar sınıfta kaldı” mı, yoksa “dünya bir şey yapamıyor, bizimkiler ne yapsın” şeklinde mi okunur?
Türkiye’de henüz salgının etkileri görülmeden önce yapılan kamuoyu araştırmalarında yurttaşlar ekonomi ve ekonomiye ilişkin sorunları ülkenin en önemli sorunu olarak görüyorlardı.
Bizim de IstanPol olarak yürüttüğümüz siyasal algı araştırmaları bunu doğruluyor. İntihar vakalarının, işsizliğin, güvencesizliğin ve geçim derdinin zaten oldukça hissedilir olduğu bir dönemde geldi kriz. Hali hazırda ev, tüketici kredisi çekmiş ve günlük gelirle geçinen insanların yaşayacağı kaybın etkisinin çok ciddi olacağını düşünüyorum. Kişiler yalnızca sağlığını veya işlerini değil, statülerini de kaybediyor.
Bunun yaratacağı psikolojik ve toplumsal buhran “bizimkiler ne yapsın” dedirtmeyecektir, aksine devlet en zor zamanda bize sahip çıkamadı dedirtecektir. Hatırlayalım, 1999 depremi ve 2001 krizinin faturası o dönem yönetimde olan tüm siyasal parti ve aktörlere çok ağır bir şekilde yansımıştı. Çünkü halk tam da böyle kriz anlarında devletin koruyucu gücüne ihtiyaç duyar. İnsanlar bugün ideolojik tercihlerinden, kimliksel kaygılarından ziyade faturasını, kirasını nasıl ödeyeceklerinin, nasıl geçineceklerinin derdinde. Haliyle özellikle iş garantisi olmayan, günlük gelirle geçinen güvencesiz kesimlerin siyaset kurumuna ve siyasetçilere güveninin daha da kırılacağını düşünüyorum.
– CHP’li belediyelerin bağış hesaplarına bloke konması “Bu durumda dahi kutuplaştırma politikası güdülür mü” eleştirisini de beraberinde getirdi nitekim…
Popülist siyaset böyle davranır. Kutuplaştırmadan, ayrıştırmadan, sürekli olarak yaratılan tehdit algısından beslenir. Sorunların kaynağı dış mihraklar, muhalifler, akademisyenler, gazeteciler, göçmenler ve daha sayabileceğiniz pek çok unsur olabilir.
Popülistlere göre bunlardan kurtulursanız sorunları çözersiniz. Türkiye’de iktidar partisinin söylemleri ve faaliyetleri de uzun zamandır kutuplaşmadan besleniyor. Ancak, 31 Mart yerel seçimlerinden bu yana bu kutuplaştırma siyasetinin etkisinin kırılmaya başladığını görüyoruz. Muhalefetin kutuplaşma yaratan kimlik siyasetinden çıkıp, kapsayıcı, geniş bir demokrasi ittifakı üzerinden hareket etmesi, ekonomik kaygıların altını çizmesi iktidarın rotasını şaşırtmıştı.
Bugün de CHP’li belediyelerin salgının Türkiye’de ortaya çıktığı ilk günden bu yana süreci çok iyi yönettiği ve öncül uygulamalar ile yurttaşların günlük sorunlarına çözüm sunmaya çalıştıklarını görüyoruz. Belediyeler işlevi sebebiyle bir kentteki her yurttaşa dokunabilecek, onları mobilize edebilecek doğrudan gündelik hayata etki edebilen yapılar. Haliyle iktidar için büyük bir tehdit de yaratıyor. Oysa böyle bir dönemde sürekli altı çizilen beka sorunu ülkenin ayakta kalabilmesi ve halk sağlığıdır. Bunun için tüm ulusal ve yerel kurumların işbirliği içinde çalışması gerekiyor. Popülist iktidarların alışık olduğu hamaset ve kutuplaşma ne yazık ki yapısal çözümler sunmaktan çok gerisinde.
– Ciddi bir salgınla uğraşırken kayyım atamaları, Kanal İstanbul ihalesinin araya sıkıştırılmasını, infaz yasasında siyasi suçlulara yönelik adaletsiz düzenlemeleri göz önüne aldığınızda, bu tip siyasetin Korona sonrası yeri ne olur? Yurttaş?tüm bunları nasıl okur?
Salgın ortamı popülist veya otoriter yönetimler için çeşitli fırsatlar da barındırıyor. Bu süreçte toplumsal muhalefetin etki alanı daha da daraldı ve sağlık ve ekonomik tedbirler dışındaki herhangi bir konuya dikkat çekmek oldukça güç. Dolayısıyla kayyım atamaları gibi antidemokratik uygulamalar oldukça rahat bir şekilde deyim yerindeyse aradan çıkartılabiliyor.
Pek çok suçluya yönelik adli düzenlemeler yapılırken siyasi suçlardan tutuklu bulunanların kapsam dışı bırakılması ise somut bir kin ve hamaset göstergesi. Toplumun farklı kesimlerine değen bu adaletsizliğin daha da katlanmasına yol açacak bir uygulama. Haliyle ben “adalet ve eşitlik” vurgusunun çok baskın olacağı bir Korona sonrası dünyada bugün yönetimde olan popülist siyasetin var olmakta çok zorlanacağını düşünüyorum. Tabii bunun için karşı hareketlerin yani muhalefetin alanı boş bırakmaması gerekiyor.
Çünkü korona sonrası dediğimiz süreç de kendiliğinden bir siyasi yıkım ve oluşum getirmeyecek. Bu sürece, bugünün ve geçmişin yıkımlarını çok iyi okuyarak politika önerileri ile hazırlanan, yeni kadrolar ve yeni bir anlayışla hareket eden yeni bir siyasetin öncülük etmesi lazım. Özellikle Türkiye’de siyaset, mevcut fikir ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ve sivil topluma baskılar sebebiyle siyasal partiler eksenine sıkışmışken, muhalefet partilerine düşen görev oldukça önemli.
– “Benzer krizler otoriter yönetimler için fırsatlar da barındırıyor” dediniz… Macaristan Başbakanı Orban, salgını fırsat bilip ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi aldı. Temel özgürlüklerin kısıtlanması konusunda kalıcı bir tavır ortaya çıkarması mümkün müdür bugünkü konjonktürün?
Orban da popülist bir lider ve diğerleri gibi gücü tek elde toplayacak her türlü fırsatı değerlendiriyor. Buradaki en ciddi sorun popülistlerin birbirlerinden ilham ve cesaret alması. Dünya son yıllarda demokrasinin geriye gidişine şahit oluyor.
Özgür ve adil seçimler, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, özgür basın, hükümetin hesap verilebilirliği gibi demokrasinin en basit ve temel ilkelerinin pek çok açıdan zedelendiğini görüyoruz. Demokratik kurumları ile övünen Avrupa ülkeleri ve ABD de bu dalganın etkisinde. Yani popülist ve otoriter yönetimlerin demokrasilere uğrattığı yıkım aslında zaten adım adım ilerliyor.
Türkiye’de olduğu gibi dünyada da bununla mücadele karşı hareketlere düşecek. Yani popülizme karşı adalet temelli uluslararası dayanışma içeren programların varlığı ve bunların sürekli canlı tutulması önemli. Bundan sonrasını belirleyecek olan yurttaşların talepleri ve popülizme karşı alternatif hareketlerin çabaları olacaktır.
Röpoartajın devamı için tıklayınız.